Whisper of Death RPG
Sitemize hoş geldiniz.
Lütfen giriş yapınız ya da üye olunuz.

WoD Yönetimi.
Whisper of Death RPG
Sitemize hoş geldiniz.
Lütfen giriş yapınız ya da üye olunuz.

WoD Yönetimi.
Whisper of Death RPG
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaKapıLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 ♆ Hell ♆

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Helaine Mryanna Kathyleen

Helaine Mryanna Kathyleen


Lakap : sümüklü böcek.
Rp Sevgilisi : apartmanın sütçüsü.
Mesaj Sayısı : 17
Kayıt tarihi : 02/09/12

Özel
Rp Puanı:
♆ Hell ♆ Left_bar_bleue90/100♆ Hell ♆ Empty_bar_bleue  (90/100)

♆ Hell ♆ Empty
MesajKonu: ♆ Hell ♆   ♆ Hell ♆ Icon_minitimePaz Eyl. 02, 2012 8:00 am

Hayat, bize fırsatlar verir. Görevimiz ise bu fırsatları değerlendirmektir…
Saat: 15: 50
Zaman: Sonbahar ayları…
Mekân: Ormanlık bir alan...


Kurumuş, sarı, turuncu ve kırmızının soluk tonlarına bürünmüş yapraklar rüzgârın etkisiyle hafifçe sallanıyor. Zamanında toplanmadığı için çürümüş limonların kokusu etrafı sarmış. Her nefeste farklı bir his yaşatıyor insana.
Dökülen yapraklar taşlı, çukurlarla dolu toprak patikanın üzerini bir örtü gibi örtmüş. Hafifçe yağan yağmur bu kasvetli görüntünün ortasında durmuş içinde bulunduğu hayali dünyayı seyreden kızın tenine her değdiğinde, düşünceler bir hançer gibi kalbine saplanıyor, onu içten içte yok ediyor adeta.
Dondurucu anılar ile bezenmiş nefessiz saniyeler geçtikçe dünya biraz daha kararıyor. Yaşam anlamsızlaşıp, karanlığın içinde kayboluyor. Düşünebildiği tek şey eve gitmek… Ancak ne dönebileceği bir evi, ne de sevebileceği kimsesi var artık. O kimsesiz, kaybolmuş…
“Hisler” diye düşünüyor ancak kelimeler yetersiz kalıyor. Ağzından çıkan her harf, soğuk havanın içinde dalgalanıyor. Dudaklarını her oynatışında kırmızı, dalgalı saçları ağzına doluyor ve onu konuşmamaya zorluyordu.
O farklıydı… Her zaman öyle olmuştu. Şimdi ise gerçek, tüm çıplaklığı ile gözler önündeydi. Ne bu dünya onu kabul ediyordu, ne de o bu dünyayı. Zıt birer kutup gibiydiler. Yine de o olmasaydı bu dünya olmazdı. Evrenin bilinmeyen bir köşesinde sessiz, soğuk bir anı olarak kalırdı.
Hayat, ona bir fırsat vermişti. Buradan gidecekti ve ne olursa olsun geri dönmeyecekti. Ait olduğu yeri bulana kadar aramaya devam edecekti. Ailesini bulmak istiyordu. Yaklaşık üç yıl öncesine kadar bu isteğini gerçekleştirebileceğine ihtimal veremiyordu ancak şimdi her şey daha açıktı. İnsanlar gün geçtikçe ifadelerini yitiriyorlardı. Hissiz, duygusuz, nefessiz birer canlı oluyorlardı. Birer canlı kadar ölüydüler. Öte yandan birer ölü kadar canlı.
Saçları, her geçen saniye biraz daha ıslanıyor. Umurunda değil yine de. Neden olsun ki? Bulunduğu duruma yeterince katlanmamış mıydı? Birkaç gün sonra etkisi geçecek olan bir hastalığa da katlanabilirdi.
Bu düşünceler ile ayakkabılarını çıkartarak düzgün bir şekilde bulduğu ilk açık alana koydu. Çıplak teni toprağa değince hareket eden en küçük canlıyı hissedebiliyordu. Büyük ağacın altınca sürünen solucanlar, son anda uçmaya karar veren bir uğurböceğinin kanatlarının sesi, annelerini bekleyen köstebek yavruları… Her şeyi hissedebiliyordu.
Aniden arkasından bir ses duyuyor. Öfke ve yalnızlık ile harmanlanmış acı dolu bir inleme. Bilincini kaybetmiş bir canlıdan, bir insandan geliyor. İlk duyduğunuzda içinizde beliren duygu sadece tek bir sözcük ile açıklanabilir; Panik.
Sesler dört bir yandan duyulmaya başlıyor. Onlardan kurtulduğunu sanıyordu. Şimdi ise etrafını sarmışlardı. Ölü insanlar… Onlara “ruh” diyemezdiniz çünkü etten kemikten yapılmışlardı. Dokunabiliyor, hissedebiliyordunuz. Ancak onlara “insan” da diyemezdiniz çünkü ruhları yoktu. Hissizlerdi. Duygularını ifade edemiyorlardı. Bir süre sonra ise yüzleri kayboluyordu. Dudakları, gözleri, burunları… Geriye kalan tek şey pürüzsüz bir deri tabakası oluyordu.
O, henüz yedi yaşındayken başlamıştı bu salgın. Başlatanın farklı biri olduğunu söylüyorlardı. Bu dünyadan olmayan biri… Duyduğunuzda çok mantıksız geliyordu ancak sonrasında anlaşılıyordu. Tıpkı bir virüs gibi yeniliyordu kendini. Salgını başlatan kişide çok az bir miktar bulunuyordu. Bu ise hayatı zorlaştıran duyguları körelterek insanları rahatlatıyordu.
İlk başlarda her şey çok iyi gitmişti. Adamın tüm ısrarlarına rağmen kanından alınan ilaç hap şekline getirilmiş ve dünya piyasasındaki yerini almıştı. Hatta öyle bir gün gelmişti ki her evde en az bir kutu bulunuyordu. Tıpkı uyuşturucu gibi bağımlılık yapan bir maddeydi. Ne kadar fazla içersen o kadar fazla istiyordun. Karşı konulmaz bir tadı ve inanılmaz bir aroması vardı. Yarattığı etki ise paha biçilemezdi.
Ancak kısa bir süre sonra her şey değişti. İnsanlar aşırı dozlarda kullanıyorlardı bu ilacı. Ayrıca taklit mallar, genetiği ile o kadar fazla oynuyorlardı ki beklenmeyen değişiklikler meydana geliyordu.
Bu olaylardan sadece bir yıl sonra ise insanlar hiçbir şeyden zevk alamaz oldular. Mutluluk, üzüntü, sevinç, korku… Neredeyse hiçbir şey yüzlerindeki boş ifadeyi silemiyordu. Birkaç ülke ilaçları yasaklamasına rağmen mafyalar ve gizli örgütler yasadışı yollar ile ülkeye sokmayı başarıyor, ülkeler maddeyi yasaklamalarına rağmen her geçen gün insanların durumu daha da kötüye gidiyordu.
Pek çok doktor tedavisi için çok geç olduğunu, ilaçlardan sadece bir kez alan canlının dahi dengesinin bozulacağını söylüyordu. Ancak Alessandra’yı hiçbiri etkilememişti. Günde en az beş kutu içmesine rağmen ilaç üzerinde etkisini gösteremiyordu. Belki onun genleri insanlık için bir dönüm noktası olabilirdi ancak dönemin en iyi bilim adamları ilacı desteklemişlerdi. Şimdi ise konuşamıyorlardı bile.
Alessandra için tek çare ise kaçmak olmuştu artık. Annesi ile babası da aynı duruma düşmüşlerdi. Onların bu ilaçtan kullandığını bile bilmiyordu Aless. Yine de cevaplanmamış pek çok soru vardı. Bunlardan en önemlisi ise; İlaç ondan etki etmiyorsa, nasıl annesi ile babasında etki ediyordu?
Sorunun cevabını çok fazla düşünmüştü. Ve sonunda da bulmuştu. Ailesinin uyuduğu bir an odalarına süzülmüş ve eski evrakları karıştırmıştı. İçeride ise hayatını sonsuza dek değiştirecek belgeyi bulmuştu. Şehrin aşağı yakasında kalan bir yetimhanenin onay makbuzu duruyordu elerinin arasında. Henüz iki aylıkken almışlardı onu. Annesinin gerçek çocuğu doğum esnasında ölünce acılarını bastırmak için onu almışlardı. Yaptıkları çok küstahça ve nankörceydi. Yine de ailesini suçlamıyordu. Sadece bir çocuk sahibi olmak istemişlerdi. Asıl suç gerçek ailesinindi. Doğduktan sadece birkaç gün sonra nasıl onu bırakabilmişlerdi? Çok mu sevimsizdi? Çok mu sıradandı? Hayatını mahvedecek kadar önemli olan şey neydi?
Aslında hiçbiri değildi. O, aslında fazla farklıydı. Fazla özeldi. İnsanların isteyeceği şeyler sadece onda vardı. Bir tür ilahi güç ile kuşatılmıştı kanı. Ne bu dünyadan, ne de öteki dünyadan olan ir güç ile…
Şimdi ise bunun pişmanlığını yaşıyordu. Etrafını ucubeler –ilaçları kullanmış insanlara ucube deniyordu- sarmıştı. Alessandra’nın da onlar gibi hissiz olmasını istiyorlardı. Bu ise imkânsızdı. Çünkü o farklıydı…
Aklına sadece tek bir çözüm yolu geliyordu. Varlığı kanıtlanmıştı ama hala çok tehlikeliydi. Aslında düşününce ucubeler kadar değildi. Sadece iki metre sonra aradığı yere ulaştı. Az önce yağan yağmurun izleri hala duruyordu. Kurak toprak, yağmurun etkisiyle birlikte çamur yığınına dönüşmüştü.
Elleri ile bulduğu çıkış kapısının önündeki otları ayıklarken içinden tanıdıklarından özür diliyordu. Her ne kadar şu an bunu anlayamayacak kadar hissizleşmiş olsalar ve bunca yıl boyunca ona gerçeği söylememiş olsalar bile tanıdıkları yine de onun ailesi sayılırdı.
Gerçek şu ki ailesi olarak benimsediği kişiler aslında diğer evrende kalmış insanların holografik birer yansımasıydı. Bir tür paralel evren…
Bu teori onu zamanda sadece ileri, geri gibi kavramlar olmadığını, bununla birlikte sağa, sola, yukarı, aşağı gibi zaman yönlerinin varlığının kanıtlanabilirliğine kadar götürüyordu.
Her şeyin bir anda olması kafa karıştırıcıydı. Paralel evrenden gelen bir yabancının başlattığı salgın onu farklı bir evrene götürecekti. Nereye gideceğini bilmiyordu. Tek isteği ucubelerin olmadığı bir dünyaydı.
Bunu anlayabilmesi babası sayesinde gerçekleşmişti. Kendisi bir fizikçi olarak bu evrenlerin varlığına kafayı takmış durumdaydı. Bu teorinin şimdilik bilim kurgu egemenliği altında olduğunu bilse de kanıtlanabilir nitelikler taşıdığına inanıyordu.
Elbette öne sürdüğü fikirleri anlamak zaman istese de bazen konuştukları şeyler gerçekten de doğru oluyordu. Örneğin içinde bulunduğu durum... Bu konu üzerinde durmaya başladığı akşamı çok iyi hatırlıyordu.
Özenle yapılmış taş şöminenin kenarında oturuyordu. Mevsimlerden kış olduğu için kapının ardında dondurucu bir soğuk vardı. Annesi ile babası yeni çıkan bilim dergisi üzerinde tartışırlarken, küçük ellerini şömineye yaklaştırarak biraz daha ısınmaya çalışmıştı.
Dışarıdan bakıldığında oldukça güzel bir aile tablosu çiziyorlardı. Küçük kız, anne ve baba… Tabii bir de erkek kardeşi vardı ancak o uzun yıllar önce kaybolmuştu. Sonra ise ondan hiç haber alamamışlardı.
Aslında kardeşinin yokluğu Alessandra’yı pek ilgilendirmiyordu. Gerçeği öğrendikten sonra ise korkmaya başlamıştı çünkü kaybolan erkek kardeşi ile ikizlerdi ve aynı aileden geliyorlarsa aynı özelliğin onda da olma olasılığı çok yüksekti. Bu şüphe ise sonradan silinmeye başlamıştı çünkü diğer tüm insanlar gibi o da ucube olmuştu muhtemelen. Onun da kaçacak bir paralel evreni yoksa tabii.
Şu ana kadar hiçbir insanın evrenler arasında yolculuk yapmamış olmasına rağmen, bir teoriye göre bu dünyada ölmüş olan bir canlının diğer paralelde yaşama olasılığı oldukça yüksekti. Veya bu dünyada keşfedilmiş herhangi bir buluşun diğer paralelde olmama olasılığı. Tuvalet kâğıdının olmadığı bir dünya düşünsenize… Ne kadar korkunç olurdu değil mi?
Yine de paralel evrenlere olan ilgisi sadece bu nedenlerden kaynaklanmıyordu. Uzayın sonsuz boşluğunun tam olarak neresinde olduğunu bilmek istiyordu. Belki de bulunduğu dünya gerçek değildi. Bir yansımadan oluşuyordu sadece. Gerçek dünyanın yansımasından... Belki de gerçek dünyadaki insanlar buradakinden çok daha farklıydı. Bu teoriler ise, diğerlerinin yanına eklenen soru işaretlerinden başka bir anlam ifade edemiyordu.

Ruhun o kadar değerli ki onu senden alamazlar…
Saat: 15: 55
Zaman: Sonbahar ayları…
Mekân: Geçidin önü.


Geçit açılınca rengi kırmızı ve pembenin soluk tonları ile bezeniyor, geriye kalan turuncu kısım ise bir karaltının içinde kayboluyordu. Ardından geçidin diğer ucunda farklı bir dünya beliriyordu.
Garip bir şekilde karşı tarafta bulunan dünya her zaman aynı kalmıyordu. Bu konu hakkında yapılabilecek en iyi tahmin, geçidin gün geçtikçe zaman ve mekân değişikliğine uğradığıydı. Yine de bunların bir çizelgesini tutmak o kadar da zor değildi.
Mekân değişikliği hava durumuna göre değişiyordu. Bulunduğu gün ise hafif sisli, soğuk ve yağmurluydu. İnsanı her anlamda kederlendiren bir hava hâkimdi. Bu da demek oluyor ki, gideceği yere kış havası egemen olacaktı.
Zaman değişikliği hakkında ise elinde işe yarayan bir teori yoktu. Üstelik küçük bir delikten farklı bir dünyaya bakılınca hangi yılda oldukları net bir şekilde görülemiyordu. O yüzden mağara adamları ile aynı zamana gitmemek için dua etmek dışında yapabileceği bir şey yoktu.
Saat dörde yaklaşınca iyice gerildiğini hissetti Güneş. Ucubeler yaklaşıyordu. Sesler etrafını sararken görebildiği tek şey iki tavşandı.
Tavşanlardan birinin kürkü simsiyahtı. Her hareket edişinde güneş ışınları kürküne çarpıyor ve çeşitli renkler su yüzüne çıkıyordu.
Diğer tavşanın ise kürkü bembeyazdı. Öyle ki daha önce kürkü bu kadar beyaz olan bir hayvan gördüğünü hatırlamıyordu. Kar beyazı gibi. Ancak dikkatli bakında ondan çok daha beyaz gözüküyordu.
Aslında çok garipti. Siyah ve beyazın birbirlerine olan zıtlığı nedense garip bir uyum yaratıyordu. Tıpkı iyi ve kötü gibi... Biri olmadan diğer olamaz. Dünyada sadece iyi insanlar olsaydı onlara iyi denemezdi. Çünkü karşılaştırılacak bir kötüleri yoktu.
Gece ve gündüz de aynı düşünceye uyuyordu. Dünyada sadece gece yaşansaydı ona gece denemezdi. Normal bir gün denirdi.
Bu düşünceler beynini o kadar meşgul etmişti ki asıl odaklanması gerekene odaklanamıyordu. Doğruyu söylemek gerekirse bu durumu oldukça fazla yaşıyordu. Beyni odaklanması gereken yer dışındakilere odaklanıyor ve etrafında gördüğü her şeyi aynı anda algılamaya çalışıyordu. Tabii bütün bilgilerin hepsini birden algılayamayacağı için geriye hiçbir şey kalmıyor, baştan başlamak zorunda kalıyordu.
Yanında duran sırt çantasını eline alarak dizlerinin üzerine çöktü. Hafif nemli toprağı yeniden hissetmek ona hafif bir hüzün vermişti.
Aniden kurumuş, ince bir elin bileğini kavradığı hissetti. Bu bir ucubeydi. Etrafa anlamsız tekmeler atıyor, çığlıklar savuruyordu ancak bu yaptıkları ucubelere yerini belli etmekten başka bir şey yapmıyordu.
Gözleri, burunları ve ağızları olmadığı için bir canlının yerini ancak duyarak bulabiliyorlardı. Güneş, onların konuşamadıklarını zannediyordu. Ama ucube bileğini kavrayınca beyninde sivri bir ses yankılandı.
“Ruhun çok değerli genç melez. Onu senden alamazlar…”
Ses, ona ne kadar uzaksa o kadar yakın geliyordu. Kulaklarında çınlıyor, onu adeta başka bir şey düşünmemeye zorluyordu.
Son bir tekme ile ucubeden kurtulduktan sonra ellerini geçide yerleştirerek ortadaki turuncu karaltının yok olmasını bekledi. Bu sadece birkaç saniyesini almıştı. Görünmeyen bir güç kendi etrafında spiraller çizerek ortaya çıkan renk cümbüşünü temizledi ve tahmin ettiği gibi geride karlı bir gün yaşamakta olan farklı bir dünya bıraktı.
Tüm cesaretini toplayarak geçidin içine doğru süzüldü. Kalbi düzensiz bir şekilde atmaya başlamış, beyni düşünemez olmuştu. Bu anı çok uzun zamandır bekliyordu çünkü…

Madem bir gün tüm canlılar yok olacak, o zaman neden yaratılmışlar?
Saat: Gece yarısı
Zaman: Kış ayları.
Mekân: Arka bahçeye kurulmuş bir mezarlık.


Uyuşmuş kollarını hissediyor gecenin sessizliğinde. Yüreğinden kopup havaya karışan sözcükler, içerdikleri anlam kargaşası içinde yok olup, soğuk karların arasında gömülüyor. Korku, bütün benliğini ele geçirmiş. Zaman çoktan durmuş. Sıcak bedeninden akan kan mı ölmesinin nedeni, yoksa soğuk, taşlaşmış yüreğinden dökülen hatıralar mı anlayamıyor.
Ayaklarının altında uzanan gri ve siyah taşlarla bezenmiş yol her geçen saniye biraz daha uzuyor gözlerinde. Aşılması her saniye güçleşiyor sanki. Koşmak, buradan uzaklaşmak tek çare gibi geliyor. Hareket etmek ise acı veriyor tüm bedenine.
Dondurucu anılar ile bezenmiş, nefessiz saniyeler geçtikçe dünya biraz daha kararıyor. Yaşam anlamsızlaşıp, karanlığın içinde kayboluyor.
Saatler önce kararmış hava. Nerede olduğunu, buraya neden geldiğini bilmiyor. Bilmek istemiyor. Etrafa bakıp tanıdık yüzler görmeyi amaçlıyor. Görebildiği tek şey ise yanına tünemiş, ona sarıgözleri ile bakan yırtıcı bir baykuş. En az kendi kadar korkmuş. Kalbi, göğüs kafesinin içinde tutsak gibi… Oradan kaçmak, kurtulmak istiyor.
Sonlara doğru kahverenginin koyu tonlarına bürünen kanatları, baykuş her hareket ettiğinde solgun ay ışığının altında ışıldıyor. Yuvası birkaç metre ileride, çalılıkların arasında kalmış. Ancak başını çevirince anlayabiliyor Aless. O da kendi gibi kimsesiz. Küçük yumurtaları, tıpkı kalbi gibi kırılmış. Yumurtalar kırılmadan önce büyümekte olan yavruların cılız bedenlerini gizleyemiyor karanlık.
Saatlerin ona verdiği susuzluk hissi her geçen saniye artıyor. Dili, kuru dudakların arasında hapsolmuş sanki. Tek istediği belki de bir bardak su, fazlası değil. Hayatta kalmak için ona ihtiyacı var. Bir anlığına düşünüyor; “Hayatta kalmak için aileme ihtiyacım var. Ailem, benliğimin bir parçası... Şimdi ise yoklar. Yaşamanın ne anlamı var ki?”
Hissiz parmaklarını öne doğru uzatarak yardım diliyor hayattan. Kazandığı tek şey ise yanındaki baykuşun acı çığlıkları oluyor.
“Sen de mi korktun? Korkma. Ölümümüzün yaklaştığını hissediyorum.”
Baykuş, karanlığı delen sarıgözleri ile ona sorarcasına bakıyor. “Nasıl?” Dudaklarını zorlayan bir gülümseme ile:
“Göreceksin” diyor. Yine de kelimeler yetersiz kalıyor bu duruma.
***
Kaç saattir uyuduğunu hatırlayamıyor Alessandra ancak bir şeyden emin. Kan. Dudaklarının arasından kandamlaları sızıyor. Kurumuş kan, gözlerinin çevresinde birikmiş. Gözkapakları, her oynadığında asit gibi yakıyor onları.
Çok geçmeden anlıyor gerçeği. Küçük baykuş, sırtına saplanmış bir ok ile karşısında duruyor. Gagası toprağa saplanmış, yüzüstü yatıyor önünde. Biraz yaklaşırsa dudakları oka bile değebilir. Peki ya neden? Yavrularını kaybetmiş bir baykuşu hangi kalpsiz öldürebilir ki?
Sabahın ilk ışıkları biraz daha belirginleşince altında yattığı yüksek ağacın dalları aralanıyor. Gelen kişi onu fark etmemiş. Konuşuyor.
“Merak etme baykuş. Seni bu hayattan kurtardım. Artık yaşamak için savaşmana gerek kalmayacak. Özgürsün…”
Kahverengi, deri eldivenleri ile oku çıkarttıktan sonra baykuşu özenle torbasına yerleştirdi. Çevresine bakmıyordu. Eğer baksaydı, Alessandra’yı görebilir çünkü. Yardım istemekten nefret etmesine rağmen sayıklıyor Alessandra.
“Yardım et…”
Sesini duyurabilmiş gibi gözüküyor.
“Lütfen, yardım et bana.”
Hala işe yaramıyor.
“Yardıma ihtiyacım var! Yardım et!”
Gitmiş…


x Başka sitelerde Alessandra Regina Romia adı ile kullandım. Kurgu da farklı. Umarım sorun olmaz. Neyse çok konuştum *-* Bir de puanlandıktan sonra silinebilir mi acaba? Her sitede rutin olarak sildiriyorum, evet sorunluyum sanırım.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Aretha Henderson
Gryffindor VI. Sınıf Öğrencisi
Gryffindor VI. Sınıf Öğrencisi
Aretha Henderson


Mesaj Sayısı : 743
Kayıt tarihi : 19/07/12

Özel
Rp Puanı:
♆ Hell ♆ Left_bar_bleue100/100♆ Hell ♆ Empty_bar_bleue  (100/100)

♆ Hell ♆ Empty
MesajKonu: Geri: ♆ Hell ♆   ♆ Hell ♆ Icon_minitimePaz Eyl. 02, 2012 8:31 am

# Betimleme: 29/30
# Akıcılık: 8/10
# Yazım Kurallarına Uyum: 10/10
# Sayfa Düzeni: 8/10
# Renklendirme: 3/5
# Kurgu: 22/25
# Uzunluk: 10/10
[ Toplam: 90 ]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
♆ Hell ♆
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» what the hell?!

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Whisper of Death RPG :: Role Play Geçmişi-
Buraya geçin: