Grimmauld Meydanı her zaman ki gibi sessizdi. Tabi kimse orada gizli bir ev olduğunu bilmiyordu. Büyücüleri barındıran bir ev. Sahanlıkta her gün olan olay oluyordu.
"Yaptığın şakalara dikkat et Ted!" diyordu genç bir kız. Saçları kumral uzun boylu olan bir kız.
Sarışın bir çocuk ise hararet ile karşılık veriyordu. "Bundan sana ne ki!?" diye bağırıyordu. Onlar Ted ve Lynn idi. Her sabah ki gibi kavga ediyorlardı. Marcus onları ayırmaktan artık vazgeçmişti. Ne yaparsa yapsın onlar yine birbirlerine giriyorlardı. Belki de bundan zevk alıyorlardı. Onlar Marcus'un en iyi arkadaşı ve kardeşiydi. Şu uzun boylu, kumral ve hırçın olan kız Marcus'un kardeşiydi. Her zaman bir şeylerde kusur bulurdu. Kendisi gibi herkesin de mükemmel olmasını isterdi. Ted ise en iyi arkadaşıydı. Her zaman onunla birlikte takılırdı eğlenceli bir çocuktu. O sırada merdivenlerden bir kız inmeye başladı. Uzun boylu, kumral saçlı ve gözleri çok güzel bir kız iniyordu. Tabi bu Marcus'un yorumu idi. Anladınız sanırım ona Marcus'un platoniği diyebiliriz. Onun adı...
"Günaydın Alex!" dedi Lynn. Evet onun adı Alexandra idi. Ama herkes ona Alex derdi. Alex ağır adımlar ile merdivenden indi.
Herkese gülümseyerek "Günaydın!" dedi. Onun gülümsemesi içimi eritiyordu resmen.
Ben de elimden geldiğince sakin bir ses ile "Günaydın!" dedim. Hep birlikte mutfağa geçtik ve kahvaltı etmeye başladık. Kahvaltımızın daha yarısına geldiğimiz de sahanlıkta koşturma sesleri duyduk. Hepimiz yüzümüzü kapıya çevirdik. İçeriye Severus girdi.
"Acele etmeliyiz geliyorlar!" dedi. Hiç kimse hiçbir şey anlamamıştı. Kim geliyordu? Yoksa...
"Ölüm Yiyenler mi Severus!?" dedi Sirius. Severus başı ile onayladı. Sirius şaşkınlığını gizleyemiyordu "Ama nasıl!?" dedi.
Severus soluk soluğa devam etti "Albus, Albus'u kaybettik. Bir komplo! Kardeşini rehin almışlar ve tuzağa düşürmüşler!" diyebildi sadece.
Sirius adeta delirmişti "Albus ö-öldü mü?" diyebildi sadece. Ağzından sadece bu kelimeler döküldü.
Lafları evin sahanlığından gelen bir ses ile kesildi. Bir kapı sesi. Severus başı ile işaret etti. Sirius mesajı almıştı. Hemen arkasında bir kapı arıyormuşcasına duvarı yokluyordu. Ben ise olanlardan şaşkındım. Ölüm Yiyenler burada mıydı!? Profesör Dumbledore ölmüş müydü!?
Severus birden koridora atladı ve haykırdı "İncendio Maxima!". Ben bunun delilik olduğunu düşünerek yanına atladım. Fakat o halıyı havaya kaldırmış Ölüm Yiyenleri halı ile sarıyordu. Onun çok iyi bir büyücü olduğunu bir kez daha anladım.
Arkamızdan mutfağın öbür tarafından bir ses bizi uyardı "Hadi gitmeliyiz!" diyordu. Severus lanetler savururken bir yandan yan yan yürüyordu.
"Expelliarmus! Sersemlet!" ben ise hala büyüler savuruyordum. Sirius'un sesini duymuştum ama savaşmak istiyordum. Anne ve babamı öldürenler ile! Hala büyüler savuruyordum.
Sirius acele ile "Hadi evlat gitmeliyiz!" diyordu. Ama benim umurumda değildi. Gittikçe daha fazla Ölüm Yiyen geliyordu ve ben hepsini öldürmek istiyordum. En son üstüme doğru gelen yeşil bir ışık gördüm. Artık öleceğimi sanıyordum. Ama ölmedim bir şey benim önüme geçti. Biri...
"Sirius!"
Elimden geldiğince, üzüntümü, nefretimi kusarcasına bağırıyordum. O ölmüştü. Benim için kendini feda etmişti. Artık yerimden kıpırdayamıyordum. Bana babam öldükten sonra babalık yapan adam ölmüştü. Hem de benim aptallığım yüzünden. Üstüme gelen bir yeşil ışık daha gördüm. Belki onu savuşturabilirdim ama bunu istemiyordum. Ölmek, onların yanına gitmek istiyordum. Ölmeme ramak kalmıştı. Ama yeşil ışık ile aramıza başka bir şey girmişti. Bu Severus'du. Laneti savurmuştu ve beni kolumdan çekerek gizli geçite götürüyordu. Gitmek istemiyordum. Sadece ölmek. Sadece ölmek istiyordum. Ama buna engel oluyordu. İlk defa Severus'u benim için böyle bir şey yaparken, ilk defa benim için hayatını böylesine tehlikeye atarken görüyordum. Belki de ben bazı insanlar için değerliydim. Tıpkı Sirius'un benim için değerli olduğu gibi. Belki de yaşamaya devam etmeliydim. Dünyanın bir yerinde mutluluk hala beni bekliyordu belki. Belki... İhtimaller...